12 Ocak 2013 Cumartesi

Sunu


Sunu
( ya da bir parça matematik)

Her gün bir kez bu kitabın başına geçtim. Her gün bir kez dışarı çıktım kırık bir bulutla yürüdüm, her gün bir insana bakıp, yüzümü yere eğdim. Her gün bir gazeteye boş gözlerle baktım. Her gün birileri konuştu, onları dinliyor gibi yaptım. Her
gün bir kez "neredeyim" diye sordum kendime. Her gün bir kuzey
kışı indi içime. her gün karşımda duran fotoğraflarına
baktım. bir kez öfkelendim her gün bir kez sordum kendime neden bu kadar bağlandın. her gün adalet ve zalimlik üzerine düşündüm.
belki de her şey. her gün bir barbar, bir medeni ile gezdim
sokaklarda. minareleri her gün sabaha ezan sesleriyle ben açtım. her gün bir perdeyi aralamaya çalıştım. her gün hiçbir şeyi
anlamadığımı düşündüm, her gün her şeyi anladığımı
düşündüm. güvercinleri yolculadım. her gün, günlere
dayanamadığımı düşündüm. kitapları alt alta dergileri
kıvırarak yan yana dizdim. ne idüğü belirsiz yerler benimle
yürüdü. gördüğüm her "cümle" bana bir bıçak gibi battı,
anlamadım. her gün bir taş parçası söktüm içimden. her gün
uyku beni koynuna alsın diye yalvardım. her gün, gün bitiyor gece
bitmiyor dedim. her gün işlerin beni avutmadığını gördüm.
ayrılık günlerini sonradan niçin sisli bir perde gibi hatırlarız
diye sordum. öfkeni unutma dedim kendime her gün, unutursan
düşersin dedim. her gün en az bir saati ayakta durmaya, dimdik
durmaya ayırdım. her gün ömür sözcüğünü bir kez kalbimden
geçirdim. her gün ömür sözcüğü kömür gibi tınladı içimde.
her gün sana içimden bir kez "sevgilim" diye seslendim. her gün sana
bir kez "zalim" diye seslendim. her gün, yan yana oturup birbirine
rikkatle bakan iki yaşlı kadını düşündüm. her gün o
kadınların bu fotoğrafı yırtıldı dedim. her gün "âh" ettim bir
kere, bir kere o âh'ı geri aldım. her gün "yol arkadaşım" dedim,
kahırla kapladım sözlerimi. her gün acını tattım. her gün
unutmak için değil, unutmamak için ağu kattım kalbime. her gün
insan olmak ne çok kusur içeriyor diye düşündüm. her gün bir
kilidi açmaya çalıştım. başka bir şey vardı, başka bir şey;
ben sana dünyanın değil yeryüzünün diliyle seslenmiştim. çile
nedir, günah ne? bana ne bunlardan. dünyanın merkezi sendin her gün ben senden uzayan uçsuz bucaksız bir kara.
karrrrrrrrrraaaaaaaaaaaaaa.

BİRHAN KESKİN / YOL

MAHPEYKER


MAHPEYKER  -Güneş’e âşık Ay’ın kızı-
Part -I- :İlk görüş

Yağmurda yürürse saçlarının karalığına inanırdım, güneşe el etse sarılığına; kumrallığını güzelliğinden ayıldığım rüyalarda anladım.
Çocukların dahi inanmadığı masallar perisiydi, gözlerini hiç yakından göremedim. Uzaktan yetim gibi seyrettik birbirimizi; söyleyecek çok şeyi varmış da, seslerin bolluğunda suskunları seçmişiz sanki.
Keşkeleri onunla başlayan cümlelerin başına koyuyorum şimdi. İçimi acıtan soruları soruyorum kendime: nerededir, kiminle, güvende mi, mutlu mu diye. Hepsinin bir cevabı olsa da, kollarım da olmadan rahat edemem avuntularım boşuna.
Âşık olduğumu anladım an, her akşam yaptığım yürüyüşlerin yirmi altıncı gecesiydi: onu gördüm uzaktan; o yine görmedi beni, bilmedi kalbimden geçeni, okuyamadı onun için yazdığım ilk şiiri.
Adını da biliyordum hâlbuki ama ben ona Güneş’e âşık Ay’ın kızı diyordum. Bozulmamış gizem gibi sevgimi içimde gizliyordum.
Onunla herkesle konuştuğum gibi konuşamıyor, “aşk utanma ve çekinmenin olduğu yerde vardır” demiş, Montaigne; ben fazlasıyla utanıyordum. Bu yüzden sevmek mevzunda hiç konuşamadık onunla. Karşılıksız kalırsa diye korka korka, platonik bir aşk doldu mısralarıma.
Onu ilk gördüğümde yanında tanımadığım bir adam vardı, suya bir şey düşürmüştüm!



Part  -II-: Düşüş

EKG’si çekilmiş bir kalpti benimkisi, ritim bozukluğuna sebep gözlerinmiş, doktor öyle söyledi. Seni ömür boyu sevmeyi, bir süre gözlerinden kaçmayı teklif etti. Ömrüm feda dedim gözlerinsiz yaşamayı reddettim.

İstanbul ikindisi çökerken omuzlarıma, bir esnaf kahvesine girdim. 80’lik keşişle iki orta söyledim. Bir havuz varmış bir yerde, falımda çıkmış; telvesi pek soğukmuş, havuzun suyu donmuş.

Önce elimden tuttu, dinler misin dedi, anlatmayı seçti.
- serin bir sonbahar gecesinde kalbini havuza düşürmüşsün, üzerine kar yağmış. Sol yanın açık kalmış, sen yatağında çok üşümüşsün.
- bir gün havuzun yanından kalpsiz geçerken, bu kızı görmüşsün; buzul çatlamış, kız kalbi alıp sana bağışlamış. Belli ki çok acımış, sana kendi sıcaklığından bir sadaka bırakmış. Şimdi yanmana sebep o ateş dedi.
Usul usul kalkıp, sessizce gitti…

PARK



PARK

Evlerin asırlık kapıları nede çabuk değişir oldu. Yılların tozlarıyla daha bir ağırlaşıp sağlamlaşan kapılar, şimdilerde tahta kurularının  içlerini oymasına aldırış dahi etmiyorlar. Ve çürüyen kapının yerine yenisi on dakikada takılıyor, biz sadece yeni kapının katalog resimlerine bakarak bu zahmetsiz işte bize düşen görevle mükellefiz.
Üç gündür aynı parkta akşam saat altıda oturuyordum; aynı bank aynı ağacın yarı gölgesi , güneşin son ışıkları dünyayı okşarken ben orada oturup: sadece izliyordum. İki anne daha geldi parka; birinin dört beş yaşlarında bir kız çocuğu, diğerinin daha büyük altı yedi olabilir bir erkek çocuğu vardı. Oyun oynamak için biraz geç bir saat ve bu yüzden olacak ki çocuklar salıncak ve kaydıraklara istekli bir halde gitmediler. Küçük kızın  penbe renk gözlükleri  vardı ve sürekli elliyle yüzünden kayan gözlüklerini düzeltip duruyordu. Salıncakta annesi onu sallarken hiç yüzünün güldüğünü  görmedim.  Öyle sessizce ileri geri gidiyor ama sanki içinden bitse de gitsek der gibi, kendi eğlenme egosunun dolmasını değil annesinin görevlerini yerine getiren ebeveyn egosunun  ne zaman dolacağını bekliyor olsa gerek.
Diğer çocuk oynamaya başlamadı. Biraz ilerimde bir banka oturmuş annesinin anlattıklarını dinliyor. Çocuk hiç konuşmuyor sanki arada bir başını sallayıp tek heceli cümleler kuruyor.”-evet, ---hayır, -tamam”. Kadın geldiğinden beri iki kere telefonla konuştu: ikisinde de birilerine kızıp durdu. Telefonu bir daha çalmadı ama biraz sonra toparlandı, çocuğunun elinden tutup parkın kuzey kapısından çıkarak görüş alanımdan kayboldular.

Beş dakikadır anne kıza dikkatimi vermemiştim başımı tekrar çevirdiğim de annesi kızı sallamayı bırakmıştı. Kız kaydıraktan ben bakarken üç defa daha kaydı ve annesi seslendi: -hadi gidiyoruz çok işim var, iki gün sonra yine geliriz. Küçük kız hiç itiraz etmedi. Annesinin yanına gelip elinden tuttu ve kadın da parkın aynı çıkışından gözden kayboldu.

Birazdan bir adam yanında köpeğiyle parka geldi. Onu dün akşamda görmüştüm burada. Köpek sürekli etrafı koklayıp duruyordu. Adam elindeki tasmayı biraz daha gevşetince köpek parkta bir ağacın dibine tuvaletini yapıp sahibinin yanına gelip oturdu. Adam köpeğin yanına eğilip onu sevmeye başladı. Başını okşadıkça köpek hoşuna gittiğini belli eden homurtular çıkarıyordu. Fazla durmadılar adam köpeği tasmasından tutup parktan ayrıldı. Artık hava kararmaya başlıyordu güneş ışıkları çekilmişti. Yavaşça doğruldum yerimden. Telefonum çalıyordu, ekranda şirkette ait bir numara vardı, cevap vermedim. Bankta yanımda oturan oğlum sessizce bir şey söylememi bekliyordu:”-gidelim mi?, -evet; -hiç oynamadın devam etmek ister misin?, -hayır; -iyi o zaman gidelim, -tamam”. Elinden tuttum ve parkın kuzey kapısından yan sokaktaki evimize doğru yürümeye başladık…

FURKAN YANIK

YALNIZ ERKEKLER


YALNIZ ERKEKLER


Romantik anların en yoğununu başka birinin yanında romantik olmak zorunda olmayanlar yaşarlar. İşten insanlar ya da arkadaşlarımız tarafından rahatsız edilmeden yalnızlığımızın derinliklerine daldığımızda doğanın varlığını ve aşka duyduğumuz ihtiyacı fark etmeyi başarırız. Telefonun hiç çalmadığı, yemeklerin tümünün bir konserve kutusundan BBC spikerinin (Kenya’daki antilopların çiftleşme alışkanlıklarını anlatan) tarazlı sesi eşliğinde yendiği bir hafta sonu geçirince Platon'un neden sevgisiz bir insanın uzuvlarının yarısını kaybetmiş bir yaratıktan farksız olduğunu söylediğini anlarız (Sempozyum, İÖ 416).

Böyle yalnızlık anlarında kurulan düşler, idealleştirmenin ve romantik aşırılığın tehlikelerinin farkında olma anlamında kullanılan 'olgun' sıfatım hak etmezler. Edinburgh treninde tam karşımda şirket raporuna benzer bir dosyayı okuyan, bir yandan da elindeki elma suyunu içen genç bir kadın oturuyor. Tren kuzeye doğru yol aldıkça karşımdaki meleğe zihnen yapışmış bir biçimde pencereden manzaraya (boz araziler, endüstri atıkları) bakıyormuş gibi yapıyorum. Kahverengi saçları kısa, teni açık renk, gözleri griye dönük mavi, burnu çillerle kaplı, lacivert beyaz çizgili bir denizci tişörtü girmiş, tişörtte küçük, ama yine de belirgin bir leke var, öğlen yediği makarnanın sosu üzerine sıçramış olabilir. Juliet, Manchesterı geçince şirket raporunu çantasına koyup bir yemek kitabı çıkarıyor: Ortadoğu Yemekleri. Kaşlarını çatışından kendini kitaba verdiği belli oluyor. Patlıcan dolmaları. Falafel, Lübnan salatası, sebze çorbasına benzeyen, ama içine daha fazla ıspanak konan bir çorba. Bitişik, kıvrık harflerle yazılmış notlar.

Âşık olmak ne kadar kolay. Birine karşı ruh halimize göre çekim, tutku ya da yanılsama olarak adlandırılabilecek bir duygu yoğunluğu hissetmek ne kadar da kolay. Tren Newcastle istasyonunu geçtiğinde ben çoktan onunla evlenmiş, kiraz ağaçlarının sıralandığı bir caddedeki eve yerleşmiştim, Pazar akşamları başını omzuma yaslıyordu, ellerim kestane rengi saçlarında geziniyordu. Sessiz ve huzurlu bir ortamda onun pişirdiği bir Ortadoğu yemeğini ya da başka bir bölgenin yemeğini yiyorduk, en sonunda ben de bu dünyada yaşadığımı ve sonsuza dek burada olacağımı, artık bir yere ait olduğumu şükran duyguları içinde hissediyordum.
İşte böyle anlar yalnız erkeklerin hayatlarının simgesidir; Edinburgh treninde, öğle arasındaki sandviç kuyruklarında, havaalanındaki kalabalıklar arasında dışarıya hiç belli etmeden böyle anlar yaşarlar. Acınası bir halleri vardır tabii ki, ama çiftlerin oluşması için bu anlar hayati önem taşır. Kadınlar, yalnız erkeklere böyle hayallere kapıldıkları için minnettar olmalılar; çünkü bu hayaller, gelecekteki sadakatin ve kendini yok sayma becerisinin temelini oluşturur. Kadınlar romantizmde çok başarılı, büyüleyici erkeklere kuşkuyla yaklaşmaları gerektiğini de öğrenmeliler; onlar, konuşacak cesareti bir türlü bulamadıkları bir kadını düşünerek günlerce acı çeken ya da bir kutu elma suyunu ve evlilik planlarını geride bırakarak bir sonraki istasyonda inen erkeklerin yaşadığı trajedi ve komediyi hayatları boyunca hiç tatmamışlardır.



Alain de Botton

YAZMAK (VE ALABALIKLAR)



İlk kitabımı sekiz yaşındayken yazdım. Bu kitap, Nonnandiya'nın Houlgate kasabasındaki deniz kenarındaki bir otelde anne babam, kız kardeşim ve köpeğimle geçirdiğim bir yaz tatilinde tuttuğum günceydi. 'Dün pek bir şey olmadı. Bugün hava çok güzel. Bütn gün yüzdük. Öğle yemeğinde salata yedik. Akşam alabalık yedik. Yemekten sonra Peru' da altın bulan bir adamın hikayesini anlatan ir film seyrettik', diye yazılı 23 Ağustos 1978 Çarşamba başlığının altında (yazım hatalarım disleksi hastalığından değil, yazmayı yeni yeni öğreniyor olmamdan kaynaklamıyor). Yazar, bu kitabı iyi niyetli bir biçimde güzel bir el yazısıyla kaleme almış, ama onun iyi bir kitap yazmayı becerdiği söylenemez, gün boyu etrafında olanların çoğunu anlayamamış. Bir sürü olayı ard arda sıralamış, alabalık yendiğini ve havanın güzel olduğunu öğreniyoruz, ama bu resimde hayatın kendisi yok. Evde bir kaset izliyorsunuz sanki, insanların ayaklarını, bir de bulutlan görebiliyorsunuz yalnızca, tam ortada neler olduğunu şaşkınlık içinde tahmin etmeye çalışıyorsunuz.

Yazma işi genelde böyle bir iştir. Yazım kuralların da hata yapmamayı öğrensek bile sözcükleri niyetlerimizi yansıtacak biçimde yan yana dizebilmek gerçekten mücadele gerektirir. Bir olayı yazıya döktüğünüz zaman yazdıklarınız onun yüzeyini şöyle bir yalayıp geçer, güneşin batışını izleriz, sonra güncemizi yazarken doğru sözcükleri ararız, 'güzel' diye betimleriz o gün batımını, ama güzelden fazlasını hak ettiğini biliriz, fazlasını bulamayınca da unutur gideriz gün batımını tam betimleyemediğimizi. Bugün olan her şeyi kayda geçirmek istediğimizde gittiğimiz yerlerin ve gördüğümüz herkesin ve her şeyin bir listesini çıkarırız, sayfayı doldurduğumuzda yazıya dökemediğimiz, küçük olayların olduğunu hatırlarız, ama onları bir türlü betimleyemeyiz, en kötüsü de biliriz ki günün gerçeklerini bir tek o anlatamadığımız küçük olaylar yansıtır.
Hayatı olduğu gibi yazıda yakalamak için hissettiğimiz duygulan ve başımızdan geçen olayları kaydetmekten daha fazlasını yapmamız gerekir. Gördüğümüz şeylerin listesini çıkarmak sanatçılara özgü bir iş değildir. Bu listedeki maddeler ancak seçme, tercih etme ve düşünme süreçlerinin sonucunda doğal görünme fırsatını yakalayabilirler. Virgina Woolf 15 Şubat 1915'te neler yaşadığım güncesinde şöyle anlatmış:
Leonard [eşi] ile öğleden sonra Londra'ya gittik; L. Kütüphaneye gitti, ben de West End' de dolanıp kendime kıyafet aldım. Bütün kıyafetlerim eskimiş, yırtık pırtık olmuşlardı artık. İnsan yaşlandıkça şık mağazalar eskisi kadar korkutucu olmuyor. Debenham's & Marshalls'a üzerimdeki kıyafetlerin kalitesinden emin, kendime güvenen bir havayla girdim. Sonra çay içtim ve karanlık çökünce Charing Cross'tan aşağıya yazacak konular uydurarak ve cümleler kurarak yürüdüm. Bu, insanın öldürülmesine neden olabilecek bir mizansen olabilir umarım. On sterlin on bir peru verip şu an üzerimde olan mavi elbiseyi aldım.
Bu parçanın neden başarılı olduğunu, hayatın kurumadan yazıda nasıl var olduğunu açıklamak kolay değildir. Woolf, doğru ayrıntıları yakalamış, nereye bakacağını iyi kestirmiş; şık mağazalarla ilgili itirafta, Charing Cross caddesindeki gariplikleri görebilme becerisinde, 'şu an üzerimde olan...' sözlerindeki samimi tonda bu parçayı başarılı yapan bir şey var.
Kitapları başkaları yazmış olsalar da onlarda kendimizle ilgili bir şeyler buluruz, garip bir paradokstur bu. Kitaplar bize kendi hayatımızın fark edemediğimiz yönleriyle ilgili bir şeyler anlatırlar. Başka birinin kaleme aldığı bir kitaptaki sözcükler, kim olduğumuzu ve nasıl bir dünyada yaşadığımızı tüm derinliğiyle kavramamızı sağlarlar. Örneğin; ben gençlikte karşılıksız bir aşka tutulmanın ne anlama geldiğini Goethe'nin Genç Wertherinden öğrendim. Politikacılarda ve reklamcılarda gözlemlediğim okumuş insanlara özgü ahmaklığın nasıl bir özellik olduğunu bana Flaubert'in Homais'si öğretti. Kıskançlık yüzünden perişan olduğumda ruhumda kopan fırtınaları Proust'un kaleme aldığı acı dolu bölümleri okuyunca anladım.
İyi kitaplar yalnızca duygularımızı ve çevremizdekilere benzer insanları betimlemekle kalmaz, bunların bizim betimlediğimizden çok daha güzel betimlenmesini sağlayan bir becerinin varlığına işaret ederler. Bu kitapların işledikleri gerçeklerin bizim de gerçeklerimiz olduğunu düşünür, ancak bu gerçekleri kitapları okumadan kendi kendimize dile getirmeyi başaramayız.
Proust'un kurmaca kahramanı Guermantes Düşesi gibi birini kendi hayatımızda tanıyor olabiliriz. Bu kadının kendini beğenmiş ve küstah bir havası olduğunu düşünebiliriz, ama bu havayı tam olarak çözüp anlayamayız ta ki Proust Düşes'in bir davranışını parantez içinde çok da üstünde durmadan anlatana kadar. Seçkinlerin katıldığı bir akşam yemeğinde Mme de Gallardon Düşes'le gereğinden fazla samimi bir tonda konuşur. Oriane des Laumes diye de bilinen Düşes' e ilk adıyla hitap eder:
'Oriane' (bu ismi duyar duymaz Mme des Laumes görünmeyen üçüncü bir kişiye yüzünde hoş bir şaşkınlık ifadesiyle baktı, bu üçüncü kişiyi Mme de Gallardon' a ilk ismiyle kendisine hitap etme iznini vermediğine tanık olmaya çağırıyor gibiydi)...
Son derece küçük ama hayati önem taşıyan iç sarsıntılarını betimlemeye odaklanmış bir kitabı bitir dikten sonra kendi hayatımıza döneriz; ancak artık farklı biriyizdir, çevremize başka bir gözle bakmaya başlarız, fark ettiğimiz ayrıntılar tabii ki yanımızda kitabın yazarı olsa onun da gözünden kaçmayacak ayrıntılardır. Zihnimiz, bilincimizde yüzüp duran ki mi nesneleri yakalamaya ayarlanmış bir radar gibi çalışır. Bu çalışmanın bizde yarattığı etki sessiz bir odaya bir radyonun konmasına benzer. Oda yine sessizdir, ancak bu sessizlik radyonun yalnızca belli frekansları çekmesiyle bağlantılıdır, sessizliğin hüküm sürdüğünü düşündüğümüz bütün o zaman boyunca odada aslında Ukrayna'daki bir istasyondan ya da gece çalışan taksilerin telsizinden gelen sesler duyulmaktadır. Gökyüzünün aldığı farklı renkleri, yüzlerde aniden beliren değişik ifadeleri, bir arkadaşın iki yüzlülüğünü, önceden üzüleceğimizi aklımızdan bile geçirmediğimiz bir olayla ilgili, başkalarına göstermeden yaşadığımız acıyı fark etmeye başlarız.


Alain de Botton

GECE BULUŞMASI


GECE BULUŞMASI



        
         Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatında şair, romancı, eleştirmen, senaryo yazarı, gazeteci ve fikir adamı olarak ün yapan Attila İlhan’ın Gece Buluşması adlı şiiri 1960 yılında yayımlanan Ben Sana Mecburum adlı kitabında, İmkânsız Aşk olarak isimlendirilen kitabın üçüncü bölümünde yer almıştır.

         İlhan’ın bu kitabındaki şiirlerinde ferdi olan, toplumsal olanla iç içe karşımıza çıkar. Ferde ait bir problem anlatılırken, toplumsal mesajlarda görmek mümkündür. Kitabın genel temasından yola çıkarak, işlemek istediğimiz şiire gelmek istersek, karşımıza şöyle bir tablo çıkmaktadır: şiirlerde ‘Ben’e yönelik temalar işlenmiştir.

         “Ben Sana Mecburum da “Ben’e yönelik temaları gerilim, serüven tutkusu ve aşk olarak gruplandırmak mümkündür”. [1] Şiirlerde gerilim, serüven tutkusunu da içine alarak aşkı imkânsızlaştırır. Aslına bakılırsa gerilimi şiirde anlatılan ‘ben’ in yaşama tarzı ve serüven tutkusu yaratır.
        
         “ Serüven tutkusu bir yaşama tarzı olarak karşımıza çıkması belirgindir.  Ben’in devamlı mekân değiştirmesi, yer altı dünyasıyla tehlikeli ilişkileri, polisten kaçışı, kendi kendinden kaçışı aşkının imkânsızlaşması, hatta düzenli bir hayat sürdürememesi ben ’in serüven duygusuyla izah edilebilir.

Şiirde anlatılan kişinin bu arzusu, bütün hayatını etkileyen ve yönlendirici unsur olan serüven şeklinde hissettirir. Aşkların imkânsızlaşması da bu maceracı kişilikten sebeptir.

İlhan, şiirde aşkı işlerken, gerçek bir aşkın imkânsızlığına, her kalkışmanın boşa çıkacağına, bundan etkilenen insanın sarsılacağını anlatmak isterken, bu tür toplumun genelinde görülen bir sevgi eksikliğini, yani toplumsal bir sorun olan bu olguyu, ferdi bir aşkla anlatmayı seçiyor.

Meraklısı için notlar bölümünde şunları söylemektedir: “ …aşk soyut olarak değil gündelik bir yaşantı içinde, bir büyük şehir yaşantısı içinde verilmektedir.” 3 Buradan yola çıkarak, büyük şehir hayatının içine hapsolmuş bir gerilimle aşkın yürüdüğünü, böyle bir yaşam tarzıyla uyuşmadığı içinde imkânsızlaştığını söyleyebiliriz.

         Gece buluşmasında serüven tutkusuyla yaşayan birinin, bunun sonucundaki izlenimlerini anlatan bir aşkla karşılaşıyoruz. Büyük şehirlerin, insanları içine çeken ve yutan tutkulu, başıboş hayatı, gerilim ve bir kovalamaca yüklü yapısı, daha düzenli ve anlam arayışındaki aşkı imkânsızlaştırıyor.
 “Attila İlhan şiirlerinde, aşkın imkânsızlaşması, büyük ekseriyetle yaşama tarzı farklılıklarından kaynaklanmaktadır. Bu şehirlerde şehrin gerilimi içerisinde bocalayan insanların kavuşması zorlukları işlenmiştir.”[2] Nitekim Gece Buluşması şiirinde de bu uyumsuzluk işlenir, bir gencin, -şairinde dediği gibi- ‘kafasına uymayan bir kızla’ olan gece buluşmasını anlatıyor.


Sen İstinye'de bekle ben buradayım
İçimde köpek gibi havlayan yalnızlığım

Kendi halinde yaşamaya alışmış, Büyük şehirlerin kalabalığında yalnızlaşan, aynı zamanda sorumluluk olmadığı için serüvenci bir ruh haliyle rahat hareket edebilen, bir sokak köpeği gibi dolaşan, umursamaz bir adam çiziyor bizlere.

Belki gelmem gelemem beş dakika bekle git
Çünkü ben buradayım karanlıktayım

Buluşma taraflarından biri olumsuzdur.  Belki gelmem gelemem derken bunu görebiliyoruz. Buradaki olumsuzlukta, görünmek istemeyen kaçmak isteyen genç buluşmayı gizlenmenin en iyi zamanına, geceye alıyor karanlıktayım diyor. Bir bakıma aşk karşısında gerilim ve karanlık tercih edilmektedir.



Çünkü elimi kestim beni kan tutuyor
Şarabım bütün ekşi suyum soğuk
Yanımda olmadın mı seni seviyorum
Belki gelmem gelemem beş dakika bekle git

Yüzünü ıslatmadan ağlıyabilir misin
Gece yarıları telefon ettin mi hiç
Karanlık adamlar hüviyetini sordu mu
Ben senin olmadığını arıyorum
Belki gelmem gelemem beş dakika bekle git


Gitmemek için bütün şartları zorluyor. İmkânsızlıkları sıralıyor ardı ardına. Bahaneler üretiyor, elimi kestim, şarap iyi değil, uzaktan daha iyi sevmek, gözler ıslanmadan ağlamak gibi bahanelerle kaçıyor. Gerilimi arttırmak içinde karanlıktan ve tanımadığı adamlardan gizemli telefonlardan bahsediyor. Ve aslında büyük şehirlerin kovalamaca ile dolu hayatının aşka fırsat vermediği, engeller koyduğu o yorucu ve boğucu hayatından bahsediyor. Attila İlhan bu konuda şunları söylüyor: “Gençlerin bu şiiri sevmelerine sebepte kendilerinin de içinde bulundukları şehir hayatıyla özdeşleştirmeleri”[3]








Yabancı gibisin miyop gözlerin kısık
Bana ait ne varsa hepsi seni korkutuyor
Sana ait ne varsa hiçbiri benim değil
Belki ölmek hakkımı kullanıyorum
Belki gelmem gelemem beş dakika bekle git


Yine karşısındakini yabancı buluyor, onun kendisinden korktuğunu söylüyor. Bir aşkta sahiplenme ile birlikte bir kabulleniş vardır, burada ise, Sana ait ne varsa hiçbiri benim değil derken de aşktan bir kaçış sergilenmektedir.  Bunlar aşkın tek yönlü olmasından sebeptir. Son olarak ölümü de kullanarak tamamen bitiriyor ve artık gelemeyeceğini bu büyük macera tutkusuyla yaşamaya devam edeceğini göstermiş oluyor.

 
Furkan Yanık



[1]/2 Yakup Çelik, Şubat Yolcusu Attila İlhan’ın Şiiri, Akçağ Yayınları, Ankara 2007
3. Ben Sana Mecburum, 7. Basım, Ağustos 1992, s.16-168
[2] Yakup Çelik, Şubat Yolcusu Attila İlhan’ın Şiiri, Akçağ Yayınları, Ankara 2007
[3] Ben Sana Mecburum, 7. Basım, Ağustos 1992, s.16-168

BİR BAŞKA İSTANBUL


         M. Orhan Okay’ın Bir Başka İstanbul adlı bu kitabın ilk baskısı 2002 yılında, ikinci baskısı 2007 ve üçüncü baskısı ise 2012 yılında Kubbealtı Neşriyatı tarafından yapılmıştır.
         Kitabın Önsöz’üne Orhan Okay şöyle başlıyor:
 
 İstanbul değişiyor.
            Değil nesillerin, bir neslin bile takip etmekte, tanımakta zorluk duyacağı kadar değişiyor. Değişen dünyanın başka büyük şehirlerinden de farklı olarak değişiyor. Tarihini, tabii dokusunu, topoğrafyasını kaybediyor. Onun için değil mi son yıllarda İstanbul hakkında o kadar hatıra, belge, fotoğraf ve geçmiş yıllarda gelmiş yabancı gezginlerin seyahat günlükleri yayınlandı? Bunlardaki fotoğraflarda görünen yerlerin artık en yaşlı veya uzman İstanbul hemşehrilerinin bile tanıyamadığı oluyor.

Orhan Okay kitabın yazılış amacı ve nasıl oluştuğu ile ilgili ise şunları söylüyor;

         Zaman zaman yapılan mülakatlarda verdiğim cevaplar, yahut sohbetler, bazan da eski İstanbul mahallelerine yaptığımız geziler sırasında anlattıklarımı dostlarım defalarca yazmamı istediler. Bunların, benzer hatıralar arasında öneminin olmayacağını düşünüyordum. Ben İstanbul’un ayrı ve zengin bir tarihi olan semtlerinde yaşamadım; yalılarında, köşklerinde, konaklarında büyümedim. Ailemde ve zamanla tanıdıklarım arasında herhangi bir taraftan şöhret olmuş kimse de yoktu. Buna rağmen Zaman gazetesindeki yazılarım arasında arada bir yazdığım hatıra denemeleri dar bir çevrede de olsa ilgi gördü, devamı ve kitaplaşması istendi. Bu kitap o yazıların bazı ilavelerle genişletilmesinden oluştu.


         Kitapta, Orhan Okay kendi bir başka İstanbul’unu anlatıyor. İstanbul’un en çok değişen yerlerinden biri olan semtlerinde büyüdüğü için, aradan geçen elli, altmış, yetmiş senedeki değişimi çok iyi görebiliyor. Bu kitabında çocukluğunda yaşadığı eski İstanbul’u bizler için yeniden canlandırıyor.


Bir Başka İstanbul, altı yedi sayfalık bölümler halinde, yazarın yaşadığı dönemden günümüze değişen hallerinin anlatıldığı metinlerden oluşur. Orhan Okay, kaybolan şehir diye başlıyor kitabına, 1908’den, 1923’den, 1950’den, 1960’dan… sonra kademe kademe kıyılan bir İstanbul portresi çiziyor, “Osmanlıda, bir kültür ve sanat şehri olan İstanbul, medeniyeti, zarafeti kuşanmış insanlarıyla kayboldu”.

         Bu büyük değişimin ve kayboluşun en büyük tanığı olarak kendi hayatından, özelliklede çocukluğundan başlayarak, Balat Dairesinde Bir Aile’yi anlatmaya başlıyor. “ Ben bu başka İstanbul’un bir kenarında, Balat’ta doğdum” diyor. Kendi ailesini tanıtmaya başlarken aynı zamanda evini ve yaşadığı muhiti de gördüğü o büyük değişimleri de vurgulayarak bizlere anlatıyor. Bu değişimi vurgularken özellikle şu paragrafta değişimi bakın nasıl vurguluyor:

         Bugün çok katlı apartmanların doldurduğu bu uzun  yol üzerindeki çarşı mahallelerinde ev ve dükkanlar bitişik düzende olup bunun dışında bir veya iki, nadiren üç katlı ahşap ve kagir binaların hemen hepsi bahçe içindeydi. Kaldı ki bu evlerin arasında büyük boşluklar, metruk arsalar, ekili bostanlar, koyun ve keçilerin otladığı çayırlar vardı. Bizans’tan beri İstanbul’un belki en çok iskan edilmiş olan bu taraflarında, muhtemelen bazan şehrin büyük bir kısmını harabeye çeviren yangınlar bu büyük boşlukları doğurmuş olmalıydı.

         Günümüze baktığımızda bahçeli müstakil evlerin, ahşap binaların yerini siteler ve apartman dairelerinin aldığı beton yığınları ve iç içe geçmiş hayatların sadece mekânsal bir içlikle, komşuluk ve paylaşımcı bir içselliğe kavuşamadığını görmek pek mümkün.

         Kendi evinin bulunduğu yeri tasvir ederken hafızasının ne denli iyi olduğunu da görmekteyiz:

            Sultan Çeşme caddesinin sol tarafı hemen tamamen dik bir yamaçtan ibarettir. Yukarıda bahsettiğim Paşa Hamamı sokağı, bu cadde ile gittikçe açılan bir açı teşkil ederek bu yamacın sırtından Haliç’e yüksekten bakan Molla Aşkı tepesine varır. Sultan Çeşme caddesi ise hep yokuş aşağı Balat’a doğru inecektir. Sağ tarafta aynalı Dükkan sokağının sakinleri çoğunlukla Arnavutlardı. Meslekleri çok defa ciğerci, sebzeci ve aşçı idi. Aynalı Dükkan sokağının Sulan çeşme caddesiyle teşkil ettiği köşede komşumuz Halide Hanımın evi vardı. Onun yanında da bizim ev.

         Burada yaptığı tasvirle aslında bize ne kadar da fazla ayrıntı veriyor yazar. Arnavutların çoğunlukta olduğu bir sokakla o bölgede bir arada yaşayan farklı grupların olduğunu, ne işle meşgul olduklarını görebiliyoruz. Bugün aynı isimle anıldığından şüphe ettiğim sokakları da bize tanıtıyor yazarımız.

Kitaptaki Komşular  bölümünde bu homojen yapıya daha da değiniyor aslında, Ermeni, Rum, Yahudi ve Türklerden oluşan komşularını bizlere sunarken, o milletlerin karakter yapılarına da değiniyor ve bir zamanlar komşuluk nasıl oluyordu, bu sıcak atmosferi sunuyor bizlere. Dostluk ve hoşgörülü bir ortamı bakın bizlere nasıl gösteriyor: “ Ermeni komşularımız bayramlarımızda bize gelir, sonra noel vs. Hristiyan bayramlarında da bizleri evlerine davet ederleri.”

Orhan Okay kendi bir başka İstanbul’una ait çocukluğunun en büyük eğlencelerinde biri olan İp Cambazlarını anlatıyor bizlere:

         Cambaz gecelerinin değişik programları vardı. İlk yıllar, sadece meydanda, toprak zeminde ortaoyunu ve ip cambazı gösterilerinden ibaretken, daha sonra bunlara ilave olarak hemen bizim bahçe duvarının dibine inşa ettikleri derme çatma, salaş bir sahnede de daha farklı gösteriler yapılmaya başlanmıştı. Gece başlarken sahnede bir sıraya dizilmiş sandalyeler üzerine oturan ellerinde çalparalarıyla üç-dört kadın hanende, arkalarında ve yanlarında keman, ud , def, darbuka hatta zurna çalan esmer vatandaşlar ın refakatiyle bir ince saz faslı geçerler.”

Günümüzde lüks gösteri salonlarında oynana bu oyunların halkın içinde ve sokakta onlara çok rahat ulaştığı ortamlarda düzenlendiğini duymak çok şaşırtmıştı beni.

Sosyal hayata dair değişimlere ve halkın yaşamındaki değişimleri ise yine o güzel gözlemlerinde görebiliyoruz:

            Üçüncü köşede Laz Bakkal’ın dükkanı. Ali ve Ahmet kardeşler. Genç olan Ali daha açıkgöz bir esnaf, yaşlısı Ahmet Efendi daha saftı. Civardaki müslüman bakkalların en büyüğü burasıydı. Çuvallar içinde bakliyat, şeker, pirinç kısa saplı parlak demir kürekle kese kağıtlarına doldurur, müşterilerinin bezden yapılmış el torbalarının içine konurdu. Zeytinyağı büyük varillerin alt tarafındaki musluktan, müşterinin getirdiği şişeye konurdu. Gaz ocakları ve lambalar için gaz da böyle varilleri içindeydi ama yiyecekleri kokutmasında diye dükkanın en uzak köşesinde dururdu.

 Bu eski İstanbul’daki eski adetleri günümüzde geleneksel ürünler satan yerlerde, organik ürünlerin bulunduğu aktar dükkanlarında görebiliyoruz artık, zeytinyağı özel ambalajlı şişesinde raflarda artık, o büyük bez çuvallardaki bakliyatlar da tartılıp paketlenmiş bir şekilde müşterisini bekliyor.

Kitap ilerledikçe Orhan Okayın geçtiği değişen yolları görmeye devam ediyoruz. Bu başka İstanbul’un İkinci dünya harbine denk gelen o sıkıntılı halini görüyoruz. Fakir bir Ülkede, savaşın getirdiği bir dar boğazdan geçişini anlatıyor bizlere.  Bir çokta evde elektrik ve suyun olmadığı, radyonun en büyük haberleşme aracı olduğu, onunda çok az kişinin sahip olduğu bir lüks olduğu düşünülürse insanlar haber almak için komşularına gittikleri bir ortam. İnsanların elbiselerini tamir ederek masraflarını  azaltmaya çalıştığı bir fakirlik dönemi. Ekmek, şeker gibi temel gıda maddelerinin karne ile verildiğini anlatıyor:

         Şeker de karne ile verildiğinden çaylar kuru üzümle idare ediliyordu. Muhallebiciler şeker yerine pekmez kullanıyorlardı. O zamana kadar bir kilo olan somun ekmeklerin yavaş yavaş düşürüldü. Bazı fırınların imal ettikleri beyaz francalar tamamen ortadan kalktı. Ekmeğin rengi gittikçe karardı. Türkiye’nin bugün bile en önemli gıda maddesi olan ekmek karneye bağlandı. Kişi başına bir günlük sarfiyat yarım ekmekle sınırlandırıldı. Yalnız “ağır işçi” olarak kabul edilenbazı mesleklerde tam ekmek alınabiliyordu.


Bu gibi olağanüstü durumların görüldüğü yerlerde en büyük korku kara borsa olmuştur. el atından fahiş fiyatlara satılan ürünler zaten zor geçinen insanlrın bellerini biraz daha büküyor. “ Mahallemizde çok fakir olanlar karnelerini ihtiyaç sahiplerine satıyorlardı” diyor Orhan Okay.

         Orhan Okay değişen İstanbul’da değişen toplumun yanında çocukları da unutmuyor:

            Eskiden çocuklar sokaklarda oynarlardı. Trafiğin olmadığı, at arabasının bile girmediği  yahut giremediği mahalle araları, dar sokaklar bir çocuk cennetiydi. Şimdi büyük şehirlerimizde bile onların bıraktığı boşluğu dolduracak kadar çocuk parkları yoktur.

 İstanbul’un eski bayramlarını geleneksel, en tabii şekli ile gösteriyor bizlere. Büyük şehirlerdeki komşu ziyaretlerinin bile kalmadı diyor ve eskiye ait şunları söylüyor:

            Evlerde madeni paraların, yani en küçük paraların en parlakları, çil kuruşlar, ziyarete gelecek çocukların cebine atmak için hazırlanırdı. Bugünün çocuğu o en küçük madeni paradan bir memnuniyet duyar mı? daha komşu teyzenin ot minderli kerevetinde oturup bayram şekerini beklerken ellerimiz çaktırmadan ceplerimize gider, verilen kuruşları saymağa çalışırdık. Biraz büyüyünce kuruşların yerini mendiller almaya başladı. Kumaşın yerini kağıt mendillerin aldığında beri acaba bayramlarda şimdi ceplere kağıt mendil mi sokuluyor?


         Günümüz bayramlarında aileler çoğunlukla kısa bayram ziyaretleri dışında eğlenmek için çocuklarını lunaparklara götürüyor. Akraba ziyaretleri ve diğer eski usul adetlerin pek kaldığı söylenemez.


Kitapta değinilen bir başka konu ise mesire alanları, insanlar büyük beton blokların arasına öylesine sıkışmışlar ki, nefes alacak bir yer bulmak sessizlik ve huzur için mekanlara ihtiyaç duymaktadırlar. Orhan Okay’ın eski İstanbul’unda kırsal alanlar boş araziler ve bostanlar çocuklar ve aileler için küçük de olsa piknik alanlarıydı. Şimdilerde şehir merkezinin dışındaki daha mahalli kalan bölgelere hafta sonlarında aileler gitmek zorunda kalıyorlar.


Kitapta daha bir çok güzel konunun anlatıldığını görüyoruz: Kandil Çörekleri, Sinema yılları, Suriçi Kültürü, Ah O Eski Ramazanlar, Bir sokağın Fotoğrafı, İstanbul Yangınları, Sokak Kültürü, Sokak İsimleri, Boğaziçi Hala Güzel, Üsküdar Rüyası, Geçmiş Zaman Kitapçıları Kitap Sevdası, Geçmiş Zamanlarda Bir Babıali.

Orhan Okay kendi büyüdüğü ve yaşadığı İstanbul’u bizlere yılların verdiği tecrübe ile ve gözlemleye bilme ayrıcalığı ile sunuyor bu kitapta. Hocamız en yakından şahit olduğu ve artık tanıyamadığım dediği İstanbul’u bu hoş denemeleri ile bize o günlerin sosyal hayatı, siyasal hayatı hakkında bilgilendirmekler birlikte, bugün içinde büyüdüğümüz değişen İstanbul sokaklarının bir zamanlar asıl olan halinin resmini de çiziyor ufkumuza. Değişen sokaklar, tahrip olan, yıkılan yok olan kültürel miraslarımız, ve harabeye dönen bir İstanbul’u gösteriyor bizlere. Geçmişten günümüze hayat şartlarının da değiştiğini görüyoruz, eski dostluklar komşuluklar, birlikte yaşama sanatı neymiş onu öğreniyoruz. Artık uygulanmayan adetler, gelenekler, görenekleri de yeniden anmış bulunuyoruz. Kitabının son bölümünde Geçmiş Zamanlarda Bir Babıali ile İstanbul’un merkezi can damarı olan bu semtle bitirmesi de ayrıca önemli olduğu kanaatindeyim. Değişimin merkezi bir Babıali…

Son söz olarak ise isterseniz hocanın da kitabın sonun kullandığı, Bir Başka İstanbul’u en güzel sözle bitirelim.



            OL SALTANATIN YELLER ESER ŞİMDİ YERİNDE