12 Ocak 2013 Cumartesi


YAZMAK (VE ALABALIKLAR)



İlk kitabımı sekiz yaşındayken yazdım. Bu kitap, Nonnandiya'nın Houlgate kasabasındaki deniz kenarındaki bir otelde anne babam, kız kardeşim ve köpeğimle geçirdiğim bir yaz tatilinde tuttuğum günceydi. 'Dün pek bir şey olmadı. Bugün hava çok güzel. Bütn gün yüzdük. Öğle yemeğinde salata yedik. Akşam alabalık yedik. Yemekten sonra Peru' da altın bulan bir adamın hikayesini anlatan ir film seyrettik', diye yazılı 23 Ağustos 1978 Çarşamba başlığının altında (yazım hatalarım disleksi hastalığından değil, yazmayı yeni yeni öğreniyor olmamdan kaynaklamıyor). Yazar, bu kitabı iyi niyetli bir biçimde güzel bir el yazısıyla kaleme almış, ama onun iyi bir kitap yazmayı becerdiği söylenemez, gün boyu etrafında olanların çoğunu anlayamamış. Bir sürü olayı ard arda sıralamış, alabalık yendiğini ve havanın güzel olduğunu öğreniyoruz, ama bu resimde hayatın kendisi yok. Evde bir kaset izliyorsunuz sanki, insanların ayaklarını, bir de bulutlan görebiliyorsunuz yalnızca, tam ortada neler olduğunu şaşkınlık içinde tahmin etmeye çalışıyorsunuz.

Yazma işi genelde böyle bir iştir. Yazım kuralların da hata yapmamayı öğrensek bile sözcükleri niyetlerimizi yansıtacak biçimde yan yana dizebilmek gerçekten mücadele gerektirir. Bir olayı yazıya döktüğünüz zaman yazdıklarınız onun yüzeyini şöyle bir yalayıp geçer, güneşin batışını izleriz, sonra güncemizi yazarken doğru sözcükleri ararız, 'güzel' diye betimleriz o gün batımını, ama güzelden fazlasını hak ettiğini biliriz, fazlasını bulamayınca da unutur gideriz gün batımını tam betimleyemediğimizi. Bugün olan her şeyi kayda geçirmek istediğimizde gittiğimiz yerlerin ve gördüğümüz herkesin ve her şeyin bir listesini çıkarırız, sayfayı doldurduğumuzda yazıya dökemediğimiz, küçük olayların olduğunu hatırlarız, ama onları bir türlü betimleyemeyiz, en kötüsü de biliriz ki günün gerçeklerini bir tek o anlatamadığımız küçük olaylar yansıtır.
Hayatı olduğu gibi yazıda yakalamak için hissettiğimiz duygulan ve başımızdan geçen olayları kaydetmekten daha fazlasını yapmamız gerekir. Gördüğümüz şeylerin listesini çıkarmak sanatçılara özgü bir iş değildir. Bu listedeki maddeler ancak seçme, tercih etme ve düşünme süreçlerinin sonucunda doğal görünme fırsatını yakalayabilirler. Virgina Woolf 15 Şubat 1915'te neler yaşadığım güncesinde şöyle anlatmış:
Leonard [eşi] ile öğleden sonra Londra'ya gittik; L. Kütüphaneye gitti, ben de West End' de dolanıp kendime kıyafet aldım. Bütün kıyafetlerim eskimiş, yırtık pırtık olmuşlardı artık. İnsan yaşlandıkça şık mağazalar eskisi kadar korkutucu olmuyor. Debenham's & Marshalls'a üzerimdeki kıyafetlerin kalitesinden emin, kendime güvenen bir havayla girdim. Sonra çay içtim ve karanlık çökünce Charing Cross'tan aşağıya yazacak konular uydurarak ve cümleler kurarak yürüdüm. Bu, insanın öldürülmesine neden olabilecek bir mizansen olabilir umarım. On sterlin on bir peru verip şu an üzerimde olan mavi elbiseyi aldım.
Bu parçanın neden başarılı olduğunu, hayatın kurumadan yazıda nasıl var olduğunu açıklamak kolay değildir. Woolf, doğru ayrıntıları yakalamış, nereye bakacağını iyi kestirmiş; şık mağazalarla ilgili itirafta, Charing Cross caddesindeki gariplikleri görebilme becerisinde, 'şu an üzerimde olan...' sözlerindeki samimi tonda bu parçayı başarılı yapan bir şey var.
Kitapları başkaları yazmış olsalar da onlarda kendimizle ilgili bir şeyler buluruz, garip bir paradokstur bu. Kitaplar bize kendi hayatımızın fark edemediğimiz yönleriyle ilgili bir şeyler anlatırlar. Başka birinin kaleme aldığı bir kitaptaki sözcükler, kim olduğumuzu ve nasıl bir dünyada yaşadığımızı tüm derinliğiyle kavramamızı sağlarlar. Örneğin; ben gençlikte karşılıksız bir aşka tutulmanın ne anlama geldiğini Goethe'nin Genç Wertherinden öğrendim. Politikacılarda ve reklamcılarda gözlemlediğim okumuş insanlara özgü ahmaklığın nasıl bir özellik olduğunu bana Flaubert'in Homais'si öğretti. Kıskançlık yüzünden perişan olduğumda ruhumda kopan fırtınaları Proust'un kaleme aldığı acı dolu bölümleri okuyunca anladım.
İyi kitaplar yalnızca duygularımızı ve çevremizdekilere benzer insanları betimlemekle kalmaz, bunların bizim betimlediğimizden çok daha güzel betimlenmesini sağlayan bir becerinin varlığına işaret ederler. Bu kitapların işledikleri gerçeklerin bizim de gerçeklerimiz olduğunu düşünür, ancak bu gerçekleri kitapları okumadan kendi kendimize dile getirmeyi başaramayız.
Proust'un kurmaca kahramanı Guermantes Düşesi gibi birini kendi hayatımızda tanıyor olabiliriz. Bu kadının kendini beğenmiş ve küstah bir havası olduğunu düşünebiliriz, ama bu havayı tam olarak çözüp anlayamayız ta ki Proust Düşes'in bir davranışını parantez içinde çok da üstünde durmadan anlatana kadar. Seçkinlerin katıldığı bir akşam yemeğinde Mme de Gallardon Düşes'le gereğinden fazla samimi bir tonda konuşur. Oriane des Laumes diye de bilinen Düşes' e ilk adıyla hitap eder:
'Oriane' (bu ismi duyar duymaz Mme des Laumes görünmeyen üçüncü bir kişiye yüzünde hoş bir şaşkınlık ifadesiyle baktı, bu üçüncü kişiyi Mme de Gallardon' a ilk ismiyle kendisine hitap etme iznini vermediğine tanık olmaya çağırıyor gibiydi)...
Son derece küçük ama hayati önem taşıyan iç sarsıntılarını betimlemeye odaklanmış bir kitabı bitir dikten sonra kendi hayatımıza döneriz; ancak artık farklı biriyizdir, çevremize başka bir gözle bakmaya başlarız, fark ettiğimiz ayrıntılar tabii ki yanımızda kitabın yazarı olsa onun da gözünden kaçmayacak ayrıntılardır. Zihnimiz, bilincimizde yüzüp duran ki mi nesneleri yakalamaya ayarlanmış bir radar gibi çalışır. Bu çalışmanın bizde yarattığı etki sessiz bir odaya bir radyonun konmasına benzer. Oda yine sessizdir, ancak bu sessizlik radyonun yalnızca belli frekansları çekmesiyle bağlantılıdır, sessizliğin hüküm sürdüğünü düşündüğümüz bütün o zaman boyunca odada aslında Ukrayna'daki bir istasyondan ya da gece çalışan taksilerin telsizinden gelen sesler duyulmaktadır. Gökyüzünün aldığı farklı renkleri, yüzlerde aniden beliren değişik ifadeleri, bir arkadaşın iki yüzlülüğünü, önceden üzüleceğimizi aklımızdan bile geçirmediğimiz bir olayla ilgili, başkalarına göstermeden yaşadığımız acıyı fark etmeye başlarız.


Alain de Botton

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder