YAZMAK (VE ALABALIKLAR)
İlk kitabımı
sekiz yaşındayken yazdım. Bu kitap, Nonnandiya'nın Houlgate kasabasındaki deniz
kenarındaki bir otelde anne babam, kız kardeşim ve köpeğimle geçirdiğim bir yaz
tatilinde tuttuğum günceydi. 'Dün pek bir şey olmadı. Bugün hava çok güzel.
Bütn gün yüzdük. Öğle yemeğinde salata yedik. Akşam alabalık yedik. Yemekten
sonra Peru' da altın bulan bir adamın hikayesini anlatan ir film seyrettik',
diye yazılı 23 Ağustos 1978 Çarşamba başlığının altında (yazım hatalarım disleksi
hastalığından değil, yazmayı yeni yeni öğreniyor olmamdan kaynaklamıyor).
Yazar, bu kitabı iyi niyetli bir biçimde güzel bir el yazısıyla kaleme almış,
ama onun iyi bir kitap yazmayı becerdiği söylenemez, gün boyu etrafında
olanların çoğunu anlayamamış. Bir sürü olayı ard arda sıralamış, alabalık
yendiğini ve havanın güzel olduğunu öğreniyoruz, ama bu resimde hayatın kendisi
yok. Evde bir kaset izliyorsunuz sanki, insanların ayaklarını, bir de bulutlan
görebiliyorsunuz yalnızca, tam ortada neler olduğunu şaşkınlık içinde tahmin
etmeye çalışıyorsunuz.
Yazma işi
genelde böyle bir iştir. Yazım kuralların da hata yapmamayı öğrensek bile
sözcükleri niyetlerimizi yansıtacak biçimde yan yana dizebilmek gerçekten
mücadele gerektirir. Bir olayı yazıya döktüğünüz zaman yazdıklarınız onun
yüzeyini şöyle bir yalayıp geçer, güneşin batışını izleriz, sonra güncemizi
yazarken doğru sözcükleri ararız, 'güzel' diye betimleriz o gün batımını, ama
güzelden fazlasını hak ettiğini biliriz, fazlasını bulamayınca da unutur gideriz
gün batımını tam betimleyemediğimizi. Bugün olan her şeyi kayda geçirmek
istediğimizde gittiğimiz yerlerin ve gördüğümüz herkesin ve her şeyin bir
listesini çıkarırız, sayfayı doldurduğumuzda yazıya dökemediğimiz, küçük
olayların olduğunu hatırlarız, ama onları bir türlü betimleyemeyiz, en kötüsü
de biliriz ki günün gerçeklerini bir tek o anlatamadığımız küçük olaylar
yansıtır.
Hayatı olduğu gibi yazıda yakalamak
için hissettiğimiz duygulan ve başımızdan geçen olayları kaydetmekten daha
fazlasını yapmamız gerekir. Gördüğümüz şeylerin listesini çıkarmak sanatçılara
özgü bir iş değildir. Bu listedeki maddeler ancak seçme, tercih etme ve düşünme
süreçlerinin sonucunda doğal görünme fırsatını yakalayabilirler. Virgina Woolf
15 Şubat 1915'te neler yaşadığım güncesinde şöyle anlatmış:
Leonard [eşi] ile öğleden sonra
Londra'ya gittik; L. Kütüphaneye gitti, ben de West End' de dolanıp kendime
kıyafet aldım. Bütün kıyafetlerim eskimiş, yırtık pırtık olmuşlardı artık.
İnsan yaşlandıkça şık mağazalar eskisi kadar korkutucu olmuyor. Debenham's
& Marshalls'a üzerimdeki kıyafetlerin kalitesinden emin, kendime güvenen
bir havayla girdim. Sonra çay içtim ve karanlık çökünce Charing Cross'tan
aşağıya yazacak konular uydurarak ve cümleler kurarak yürüdüm. Bu, insanın öldürülmesine
neden olabilecek bir mizansen olabilir umarım. On sterlin on bir peru verip şu
an üzerimde olan mavi elbiseyi aldım.
Bu parçanın neden başarılı olduğunu,
hayatın kurumadan yazıda nasıl var olduğunu açıklamak kolay değildir. Woolf,
doğru ayrıntıları yakalamış, nereye bakacağını iyi kestirmiş; şık mağazalarla
ilgili itirafta, Charing Cross caddesindeki gariplikleri görebilme becerisinde,
'şu an üzerimde olan...' sözlerindeki samimi tonda bu parçayı başarılı yapan
bir şey var.
Kitapları başkaları yazmış olsalar da
onlarda kendimizle ilgili bir şeyler buluruz, garip bir paradokstur bu.
Kitaplar bize kendi hayatımızın fark edemediğimiz yönleriyle ilgili bir şeyler
anlatırlar. Başka birinin kaleme aldığı bir kitaptaki sözcükler, kim olduğumuzu
ve nasıl bir dünyada yaşadığımızı tüm derinliğiyle kavramamızı sağlarlar.
Örneğin; ben gençlikte karşılıksız bir aşka tutulmanın ne anlama geldiğini
Goethe'nin Genç Wertherinden öğrendim. Politikacılarda ve reklamcılarda
gözlemlediğim okumuş insanlara özgü ahmaklığın nasıl bir özellik olduğunu bana
Flaubert'in Homais'si öğretti. Kıskançlık yüzünden perişan olduğumda ruhumda
kopan fırtınaları Proust'un kaleme aldığı acı dolu bölümleri okuyunca anladım.
İyi kitaplar yalnızca duygularımızı ve
çevremizdekilere benzer insanları betimlemekle kalmaz, bunların bizim
betimlediğimizden çok daha güzel betimlenmesini sağlayan bir becerinin
varlığına işaret ederler. Bu kitapların işledikleri gerçeklerin bizim de
gerçeklerimiz olduğunu düşünür, ancak bu gerçekleri kitapları okumadan kendi
kendimize dile getirmeyi başaramayız.
Proust'un kurmaca kahramanı Guermantes
Düşesi gibi birini kendi hayatımızda tanıyor olabiliriz. Bu kadının kendini
beğenmiş ve küstah bir havası olduğunu düşünebiliriz, ama bu havayı tam olarak
çözüp anlayamayız ta ki Proust Düşes'in bir davranışını parantez içinde çok da
üstünde durmadan anlatana kadar. Seçkinlerin katıldığı bir akşam yemeğinde Mme
de Gallardon Düşes'le gereğinden fazla samimi bir tonda konuşur. Oriane des
Laumes diye de bilinen Düşes' e ilk adıyla hitap eder:
'Oriane' (bu ismi duyar duymaz Mme des
Laumes görünmeyen üçüncü bir kişiye yüzünde hoş bir şaşkınlık ifadesiyle baktı,
bu üçüncü kişiyi Mme de Gallardon' a ilk ismiyle kendisine hitap etme iznini
vermediğine tanık olmaya çağırıyor gibiydi)...
Son derece küçük ama hayati önem
taşıyan iç sarsıntılarını betimlemeye odaklanmış bir kitabı bitir dikten sonra
kendi hayatımıza döneriz; ancak artık farklı biriyizdir, çevremize başka bir
gözle bakmaya başlarız, fark ettiğimiz ayrıntılar tabii ki yanımızda kitabın
yazarı olsa onun da gözünden kaçmayacak ayrıntılardır. Zihnimiz, bilincimizde
yüzüp duran ki mi nesneleri yakalamaya ayarlanmış bir radar gibi çalışır. Bu
çalışmanın bizde yarattığı etki sessiz bir odaya bir radyonun konmasına benzer.
Oda yine sessizdir, ancak bu sessizlik radyonun yalnızca belli frekansları
çekmesiyle bağlantılıdır, sessizliğin hüküm sürdüğünü düşündüğümüz bütün o
zaman boyunca odada aslında Ukrayna'daki bir istasyondan ya da gece çalışan
taksilerin telsizinden gelen sesler duyulmaktadır. Gökyüzünün aldığı farklı
renkleri, yüzlerde aniden beliren değişik ifadeleri, bir arkadaşın iki
yüzlülüğünü, önceden üzüleceğimizi aklımızdan bile geçirmediğimiz bir olayla
ilgili, başkalarına göstermeden yaşadığımız acıyı fark etmeye başlarız.
Alain de Botton
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder