BİR BAŞKA
İSTANBUL
M. Orhan Okay’ın Bir Başka İstanbul adlı bu kitabın ilk baskısı 2002 yılında, ikinci baskısı 2007 ve üçüncü baskısı ise
2012 yılında Kubbealtı Neşriyatı tarafından yapılmıştır.
Kitabın Önsöz’üne Orhan Okay şöyle başlıyor:
İstanbul
değişiyor.
Değil nesillerin, bir neslin bile
takip etmekte, tanımakta zorluk duyacağı kadar değişiyor. Değişen dünyanın
başka büyük şehirlerinden de farklı olarak değişiyor. Tarihini, tabii dokusunu,
topoğrafyasını kaybediyor. Onun için değil mi son yıllarda İstanbul hakkında o
kadar hatıra, belge, fotoğraf ve geçmiş yıllarda gelmiş yabancı gezginlerin
seyahat günlükleri yayınlandı? Bunlardaki fotoğraflarda görünen yerlerin artık
en yaşlı veya uzman İstanbul hemşehrilerinin bile tanıyamadığı oluyor.
Orhan
Okay kitabın yazılış amacı ve nasıl oluştuğu ile ilgili ise şunları söylüyor;
Zaman
zaman yapılan mülakatlarda verdiğim cevaplar, yahut sohbetler, bazan da eski
İstanbul mahallelerine yaptığımız geziler sırasında anlattıklarımı dostlarım
defalarca yazmamı istediler. Bunların, benzer hatıralar arasında öneminin
olmayacağını düşünüyordum. Ben İstanbul’un ayrı ve zengin bir tarihi olan
semtlerinde yaşamadım; yalılarında, köşklerinde, konaklarında büyümedim.
Ailemde ve zamanla tanıdıklarım arasında herhangi bir taraftan şöhret olmuş
kimse de yoktu. Buna rağmen Zaman gazetesindeki yazılarım arasında arada bir
yazdığım hatıra denemeleri dar bir çevrede de olsa ilgi gördü, devamı ve
kitaplaşması istendi. Bu kitap o yazıların bazı ilavelerle genişletilmesinden
oluştu.
Kitapta, Orhan Okay kendi bir başka
İstanbul’unu anlatıyor. İstanbul’un en çok değişen yerlerinden biri olan
semtlerinde büyüdüğü için, aradan geçen elli, altmış, yetmiş senedeki değişimi
çok iyi görebiliyor. Bu kitabında çocukluğunda yaşadığı eski İstanbul’u bizler
için yeniden canlandırıyor.
Bir Başka
İstanbul, altı
yedi sayfalık bölümler halinde, yazarın yaşadığı dönemden günümüze değişen
hallerinin anlatıldığı metinlerden oluşur. Orhan Okay, kaybolan şehir diye
başlıyor kitabına, 1908’den, 1923’den, 1950’den, 1960’dan… sonra kademe kademe
kıyılan bir İstanbul portresi çiziyor, “Osmanlıda, bir kültür ve sanat şehri
olan İstanbul, medeniyeti, zarafeti kuşanmış insanlarıyla kayboldu”.
Bu büyük değişimin ve kayboluşun en
büyük tanığı olarak kendi hayatından, özelliklede çocukluğundan başlayarak, Balat Dairesinde Bir Aile’yi anlatmaya
başlıyor. “ Ben bu başka İstanbul’un bir kenarında, Balat’ta doğdum” diyor.
Kendi ailesini tanıtmaya başlarken aynı zamanda evini ve yaşadığı muhiti de
gördüğü o büyük değişimleri de vurgulayarak bizlere anlatıyor. Bu değişimi
vurgularken özellikle şu paragrafta değişimi bakın nasıl vurguluyor:
Bugün
çok katlı apartmanların doldurduğu bu uzun
yol üzerindeki çarşı mahallelerinde ev ve dükkanlar bitişik düzende olup
bunun dışında bir veya iki, nadiren üç katlı ahşap ve kagir binaların hemen
hepsi bahçe içindeydi. Kaldı ki bu evlerin arasında büyük boşluklar, metruk
arsalar, ekili bostanlar, koyun ve keçilerin otladığı çayırlar vardı.
Bizans’tan beri İstanbul’un belki en çok iskan edilmiş olan bu taraflarında,
muhtemelen bazan şehrin büyük bir kısmını harabeye çeviren yangınlar bu büyük
boşlukları doğurmuş olmalıydı.
Günümüze baktığımızda bahçeli müstakil
evlerin, ahşap binaların yerini siteler ve apartman dairelerinin aldığı beton
yığınları ve iç içe geçmiş hayatların sadece mekânsal bir içlikle, komşuluk ve
paylaşımcı bir içselliğe kavuşamadığını görmek pek mümkün.
Kendi evinin bulunduğu yeri tasvir
ederken hafızasının ne denli iyi olduğunu da görmekteyiz:
Sultan Çeşme caddesinin sol tarafı
hemen tamamen dik bir yamaçtan ibarettir. Yukarıda bahsettiğim Paşa Hamamı
sokağı, bu cadde ile gittikçe açılan bir açı teşkil ederek bu yamacın sırtından
Haliç’e yüksekten bakan Molla Aşkı tepesine varır. Sultan Çeşme caddesi ise hep
yokuş aşağı Balat’a doğru inecektir. Sağ tarafta aynalı Dükkan sokağının
sakinleri çoğunlukla Arnavutlardı. Meslekleri çok defa ciğerci, sebzeci ve aşçı
idi. Aynalı Dükkan sokağının Sulan çeşme caddesiyle teşkil ettiği köşede
komşumuz Halide Hanımın evi vardı. Onun yanında da bizim ev.
Burada yaptığı tasvirle aslında bize ne
kadar da fazla ayrıntı veriyor yazar. Arnavutların çoğunlukta olduğu bir
sokakla o bölgede bir arada yaşayan farklı grupların olduğunu, ne işle meşgul
olduklarını görebiliyoruz. Bugün aynı isimle anıldığından şüphe ettiğim sokakları
da bize tanıtıyor yazarımız.
Kitaptaki
Komşular bölümünde bu homojen yapıya daha da değiniyor
aslında, Ermeni, Rum, Yahudi ve Türklerden oluşan komşularını bizlere sunarken,
o milletlerin karakter yapılarına da değiniyor ve bir zamanlar komşuluk nasıl
oluyordu, bu sıcak atmosferi sunuyor bizlere. Dostluk ve hoşgörülü bir ortamı
bakın bizlere nasıl gösteriyor: “ Ermeni komşularımız bayramlarımızda bize
gelir, sonra noel vs. Hristiyan bayramlarında da bizleri evlerine davet
ederleri.”
Orhan
Okay kendi bir başka İstanbul’una ait çocukluğunun en büyük eğlencelerinde biri
olan İp Cambazlarını anlatıyor
bizlere:
Cambaz
gecelerinin değişik programları vardı. İlk yıllar, sadece meydanda, toprak
zeminde ortaoyunu ve ip cambazı gösterilerinden ibaretken, daha sonra bunlara
ilave olarak hemen bizim bahçe duvarının dibine inşa ettikleri derme çatma,
salaş bir sahnede de daha farklı gösteriler yapılmaya başlanmıştı. Gece
başlarken sahnede bir sıraya dizilmiş sandalyeler üzerine oturan ellerinde
çalparalarıyla üç-dört kadın hanende, arkalarında ve yanlarında keman, ud ,
def, darbuka hatta zurna çalan esmer vatandaşlar ın refakatiyle bir ince saz
faslı geçerler.”
Günümüzde
lüks gösteri salonlarında oynana bu oyunların halkın içinde ve sokakta onlara
çok rahat ulaştığı ortamlarda düzenlendiğini duymak çok şaşırtmıştı beni.
Sosyal
hayata dair değişimlere ve halkın yaşamındaki değişimleri ise yine o güzel
gözlemlerinde görebiliyoruz:
Üçüncü köşede Laz Bakkal’ın dükkanı.
Ali ve Ahmet kardeşler. Genç olan Ali daha açıkgöz bir esnaf, yaşlısı Ahmet
Efendi daha saftı. Civardaki müslüman bakkalların en büyüğü burasıydı. Çuvallar
içinde bakliyat, şeker, pirinç kısa saplı parlak demir kürekle kese kağıtlarına
doldurur, müşterilerinin bezden yapılmış el torbalarının içine konurdu.
Zeytinyağı büyük varillerin alt tarafındaki musluktan, müşterinin getirdiği
şişeye konurdu. Gaz ocakları ve lambalar için gaz da böyle varilleri içindeydi
ama yiyecekleri kokutmasında diye dükkanın en uzak köşesinde dururdu.
Bu eski İstanbul’daki eski adetleri günümüzde
geleneksel ürünler satan yerlerde, organik ürünlerin bulunduğu aktar
dükkanlarında görebiliyoruz artık, zeytinyağı özel ambalajlı şişesinde raflarda
artık, o büyük bez çuvallardaki bakliyatlar da tartılıp paketlenmiş bir şekilde
müşterisini bekliyor.
Kitap
ilerledikçe Orhan Okay’ın geçtiği
değişen yolları görmeye devam ediyoruz. Bu başka İstanbul’un İkinci dünya
harbine denk gelen o sıkıntılı halini görüyoruz. Fakir bir Ülkede, savaşın
getirdiği bir dar boğazdan geçişini anlatıyor bizlere. Bir çokta evde elektrik ve suyun olmadığı,
radyonun en büyük haberleşme aracı olduğu, onunda çok az kişinin sahip olduğu
bir lüks olduğu düşünülürse insanlar haber almak için komşularına gittikleri
bir ortam. İnsanların elbiselerini tamir ederek masraflarını azaltmaya çalıştığı bir fakirlik dönemi. Ekmek,
şeker gibi temel gıda maddelerinin karne ile verildiğini anlatıyor:
Şeker
de karne ile verildiğinden çaylar kuru üzümle idare ediliyordu. Muhallebiciler
şeker yerine pekmez kullanıyorlardı. O zamana kadar bir kilo olan somun
ekmeklerin yavaş yavaş düşürüldü. Bazı fırınların imal ettikleri beyaz francalar
tamamen ortadan kalktı. Ekmeğin rengi gittikçe karardı. Türkiye’nin bugün bile
en önemli gıda maddesi olan ekmek karneye bağlandı. Kişi başına bir günlük
sarfiyat yarım ekmekle sınırlandırıldı. Yalnız “ağır işçi” olarak kabul
edilenbazı mesleklerde tam ekmek alınabiliyordu.
Bu
gibi olağanüstü durumların görüldüğü yerlerde en büyük korku kara borsa
olmuştur. el atından fahiş fiyatlara
satılan ürünler zaten zor geçinen insanlrın bellerini biraz daha büküyor. “
Mahallemizde çok fakir olanlar karnelerini ihtiyaç sahiplerine satıyorlardı”
diyor Orhan Okay.
Orhan Okay değişen İstanbul’da değişen
toplumun yanında çocukları da unutmuyor:
Eskiden çocuklar sokaklarda
oynarlardı. Trafiğin olmadığı, at arabasının bile girmediği yahut giremediği mahalle araları, dar
sokaklar bir çocuk cennetiydi. Şimdi büyük şehirlerimizde bile onların
bıraktığı boşluğu dolduracak kadar çocuk parkları yoktur.
İstanbul’un eski bayramlarını geleneksel, en
tabii şekli ile gösteriyor bizlere. Büyük şehirlerdeki komşu ziyaretlerinin
bile kalmadı diyor ve eskiye ait şunları söylüyor:
Evlerde madeni paraların, yani en
küçük paraların en parlakları, çil kuruşlar, ziyarete gelecek çocukların cebine
atmak için hazırlanırdı. Bugünün çocuğu o en küçük madeni paradan bir
memnuniyet duyar mı? daha komşu teyzenin ot minderli kerevetinde oturup bayram
şekerini beklerken ellerimiz çaktırmadan ceplerimize gider, verilen kuruşları
saymağa çalışırdık. Biraz büyüyünce kuruşların yerini mendiller almaya başladı.
Kumaşın yerini kağıt mendillerin aldığında beri acaba bayramlarda şimdi ceplere
kağıt mendil mi sokuluyor?
Günümüz bayramlarında aileler
çoğunlukla kısa bayram ziyaretleri dışında eğlenmek için çocuklarını
lunaparklara götürüyor. Akraba ziyaretleri ve diğer eski usul adetlerin pek
kaldığı söylenemez.
Kitapta
değinilen bir başka konu ise mesire alanları, insanlar büyük beton blokların
arasına öylesine sıkışmışlar ki, nefes alacak bir yer bulmak sessizlik ve huzur
için mekanlara ihtiyaç duymaktadırlar. Orhan Okay’ın eski İstanbul’unda kırsal
alanlar boş araziler ve bostanlar çocuklar ve aileler için küçük de olsa piknik
alanlarıydı. Şimdilerde şehir merkezinin dışındaki daha mahalli kalan bölgelere
hafta sonlarında aileler gitmek zorunda kalıyorlar.
Kitapta
daha bir çok güzel konunun anlatıldığını görüyoruz: Kandil Çörekleri, Sinema yılları, Suriçi Kültürü, Ah O Eski Ramazanlar,
Bir sokağın Fotoğrafı, İstanbul Yangınları, Sokak Kültürü, Sokak İsimleri,
Boğaziçi Hala Güzel, Üsküdar Rüyası, Geçmiş Zaman Kitapçıları Kitap Sevdası,
Geçmiş Zamanlarda Bir Babıali.
Orhan
Okay kendi büyüdüğü ve yaşadığı İstanbul’u bizlere yılların verdiği tecrübe ile
ve gözlemleye bilme ayrıcalığı ile sunuyor bu kitapta. Hocamız en yakından
şahit olduğu ve artık tanıyamadığım dediği İstanbul’u bu hoş denemeleri ile
bize o günlerin sosyal hayatı, siyasal hayatı hakkında bilgilendirmekler
birlikte, bugün içinde büyüdüğümüz değişen İstanbul sokaklarının bir zamanlar
asıl olan halinin resmini de çiziyor ufkumuza. Değişen sokaklar, tahrip olan,
yıkılan yok olan kültürel miraslarımız, ve harabeye dönen bir İstanbul’u
gösteriyor bizlere. Geçmişten günümüze hayat şartlarının da değiştiğini
görüyoruz, eski dostluklar komşuluklar, birlikte yaşama sanatı neymiş onu
öğreniyoruz. Artık uygulanmayan adetler, gelenekler, görenekleri de yeniden
anmış bulunuyoruz. Kitabının son bölümünde Geçmiş Zamanlarda Bir Babıali ile
İstanbul’un merkezi can damarı olan bu semtle bitirmesi de ayrıca önemli olduğu
kanaatindeyim. Değişimin merkezi bir Babıali…
Son
söz olarak ise isterseniz hocanın da kitabın sonun kullandığı, Bir Başka
İstanbul’u en güzel sözle bitirelim.
OL SALTANATIN YELLER ESER ŞİMDİ
YERİNDE
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder