12 Ocak 2013 Cumartesi


BİR BAŞKA İSTANBUL


         M. Orhan Okay’ın Bir Başka İstanbul adlı bu kitabın ilk baskısı 2002 yılında, ikinci baskısı 2007 ve üçüncü baskısı ise 2012 yılında Kubbealtı Neşriyatı tarafından yapılmıştır.
         Kitabın Önsöz’üne Orhan Okay şöyle başlıyor:
 
 İstanbul değişiyor.
            Değil nesillerin, bir neslin bile takip etmekte, tanımakta zorluk duyacağı kadar değişiyor. Değişen dünyanın başka büyük şehirlerinden de farklı olarak değişiyor. Tarihini, tabii dokusunu, topoğrafyasını kaybediyor. Onun için değil mi son yıllarda İstanbul hakkında o kadar hatıra, belge, fotoğraf ve geçmiş yıllarda gelmiş yabancı gezginlerin seyahat günlükleri yayınlandı? Bunlardaki fotoğraflarda görünen yerlerin artık en yaşlı veya uzman İstanbul hemşehrilerinin bile tanıyamadığı oluyor.

Orhan Okay kitabın yazılış amacı ve nasıl oluştuğu ile ilgili ise şunları söylüyor;

         Zaman zaman yapılan mülakatlarda verdiğim cevaplar, yahut sohbetler, bazan da eski İstanbul mahallelerine yaptığımız geziler sırasında anlattıklarımı dostlarım defalarca yazmamı istediler. Bunların, benzer hatıralar arasında öneminin olmayacağını düşünüyordum. Ben İstanbul’un ayrı ve zengin bir tarihi olan semtlerinde yaşamadım; yalılarında, köşklerinde, konaklarında büyümedim. Ailemde ve zamanla tanıdıklarım arasında herhangi bir taraftan şöhret olmuş kimse de yoktu. Buna rağmen Zaman gazetesindeki yazılarım arasında arada bir yazdığım hatıra denemeleri dar bir çevrede de olsa ilgi gördü, devamı ve kitaplaşması istendi. Bu kitap o yazıların bazı ilavelerle genişletilmesinden oluştu.


         Kitapta, Orhan Okay kendi bir başka İstanbul’unu anlatıyor. İstanbul’un en çok değişen yerlerinden biri olan semtlerinde büyüdüğü için, aradan geçen elli, altmış, yetmiş senedeki değişimi çok iyi görebiliyor. Bu kitabında çocukluğunda yaşadığı eski İstanbul’u bizler için yeniden canlandırıyor.


Bir Başka İstanbul, altı yedi sayfalık bölümler halinde, yazarın yaşadığı dönemden günümüze değişen hallerinin anlatıldığı metinlerden oluşur. Orhan Okay, kaybolan şehir diye başlıyor kitabına, 1908’den, 1923’den, 1950’den, 1960’dan… sonra kademe kademe kıyılan bir İstanbul portresi çiziyor, “Osmanlıda, bir kültür ve sanat şehri olan İstanbul, medeniyeti, zarafeti kuşanmış insanlarıyla kayboldu”.

         Bu büyük değişimin ve kayboluşun en büyük tanığı olarak kendi hayatından, özelliklede çocukluğundan başlayarak, Balat Dairesinde Bir Aile’yi anlatmaya başlıyor. “ Ben bu başka İstanbul’un bir kenarında, Balat’ta doğdum” diyor. Kendi ailesini tanıtmaya başlarken aynı zamanda evini ve yaşadığı muhiti de gördüğü o büyük değişimleri de vurgulayarak bizlere anlatıyor. Bu değişimi vurgularken özellikle şu paragrafta değişimi bakın nasıl vurguluyor:

         Bugün çok katlı apartmanların doldurduğu bu uzun  yol üzerindeki çarşı mahallelerinde ev ve dükkanlar bitişik düzende olup bunun dışında bir veya iki, nadiren üç katlı ahşap ve kagir binaların hemen hepsi bahçe içindeydi. Kaldı ki bu evlerin arasında büyük boşluklar, metruk arsalar, ekili bostanlar, koyun ve keçilerin otladığı çayırlar vardı. Bizans’tan beri İstanbul’un belki en çok iskan edilmiş olan bu taraflarında, muhtemelen bazan şehrin büyük bir kısmını harabeye çeviren yangınlar bu büyük boşlukları doğurmuş olmalıydı.

         Günümüze baktığımızda bahçeli müstakil evlerin, ahşap binaların yerini siteler ve apartman dairelerinin aldığı beton yığınları ve iç içe geçmiş hayatların sadece mekânsal bir içlikle, komşuluk ve paylaşımcı bir içselliğe kavuşamadığını görmek pek mümkün.

         Kendi evinin bulunduğu yeri tasvir ederken hafızasının ne denli iyi olduğunu da görmekteyiz:

            Sultan Çeşme caddesinin sol tarafı hemen tamamen dik bir yamaçtan ibarettir. Yukarıda bahsettiğim Paşa Hamamı sokağı, bu cadde ile gittikçe açılan bir açı teşkil ederek bu yamacın sırtından Haliç’e yüksekten bakan Molla Aşkı tepesine varır. Sultan Çeşme caddesi ise hep yokuş aşağı Balat’a doğru inecektir. Sağ tarafta aynalı Dükkan sokağının sakinleri çoğunlukla Arnavutlardı. Meslekleri çok defa ciğerci, sebzeci ve aşçı idi. Aynalı Dükkan sokağının Sulan çeşme caddesiyle teşkil ettiği köşede komşumuz Halide Hanımın evi vardı. Onun yanında da bizim ev.

         Burada yaptığı tasvirle aslında bize ne kadar da fazla ayrıntı veriyor yazar. Arnavutların çoğunlukta olduğu bir sokakla o bölgede bir arada yaşayan farklı grupların olduğunu, ne işle meşgul olduklarını görebiliyoruz. Bugün aynı isimle anıldığından şüphe ettiğim sokakları da bize tanıtıyor yazarımız.

Kitaptaki Komşular  bölümünde bu homojen yapıya daha da değiniyor aslında, Ermeni, Rum, Yahudi ve Türklerden oluşan komşularını bizlere sunarken, o milletlerin karakter yapılarına da değiniyor ve bir zamanlar komşuluk nasıl oluyordu, bu sıcak atmosferi sunuyor bizlere. Dostluk ve hoşgörülü bir ortamı bakın bizlere nasıl gösteriyor: “ Ermeni komşularımız bayramlarımızda bize gelir, sonra noel vs. Hristiyan bayramlarında da bizleri evlerine davet ederleri.”

Orhan Okay kendi bir başka İstanbul’una ait çocukluğunun en büyük eğlencelerinde biri olan İp Cambazlarını anlatıyor bizlere:

         Cambaz gecelerinin değişik programları vardı. İlk yıllar, sadece meydanda, toprak zeminde ortaoyunu ve ip cambazı gösterilerinden ibaretken, daha sonra bunlara ilave olarak hemen bizim bahçe duvarının dibine inşa ettikleri derme çatma, salaş bir sahnede de daha farklı gösteriler yapılmaya başlanmıştı. Gece başlarken sahnede bir sıraya dizilmiş sandalyeler üzerine oturan ellerinde çalparalarıyla üç-dört kadın hanende, arkalarında ve yanlarında keman, ud , def, darbuka hatta zurna çalan esmer vatandaşlar ın refakatiyle bir ince saz faslı geçerler.”

Günümüzde lüks gösteri salonlarında oynana bu oyunların halkın içinde ve sokakta onlara çok rahat ulaştığı ortamlarda düzenlendiğini duymak çok şaşırtmıştı beni.

Sosyal hayata dair değişimlere ve halkın yaşamındaki değişimleri ise yine o güzel gözlemlerinde görebiliyoruz:

            Üçüncü köşede Laz Bakkal’ın dükkanı. Ali ve Ahmet kardeşler. Genç olan Ali daha açıkgöz bir esnaf, yaşlısı Ahmet Efendi daha saftı. Civardaki müslüman bakkalların en büyüğü burasıydı. Çuvallar içinde bakliyat, şeker, pirinç kısa saplı parlak demir kürekle kese kağıtlarına doldurur, müşterilerinin bezden yapılmış el torbalarının içine konurdu. Zeytinyağı büyük varillerin alt tarafındaki musluktan, müşterinin getirdiği şişeye konurdu. Gaz ocakları ve lambalar için gaz da böyle varilleri içindeydi ama yiyecekleri kokutmasında diye dükkanın en uzak köşesinde dururdu.

 Bu eski İstanbul’daki eski adetleri günümüzde geleneksel ürünler satan yerlerde, organik ürünlerin bulunduğu aktar dükkanlarında görebiliyoruz artık, zeytinyağı özel ambalajlı şişesinde raflarda artık, o büyük bez çuvallardaki bakliyatlar da tartılıp paketlenmiş bir şekilde müşterisini bekliyor.

Kitap ilerledikçe Orhan Okayın geçtiği değişen yolları görmeye devam ediyoruz. Bu başka İstanbul’un İkinci dünya harbine denk gelen o sıkıntılı halini görüyoruz. Fakir bir Ülkede, savaşın getirdiği bir dar boğazdan geçişini anlatıyor bizlere.  Bir çokta evde elektrik ve suyun olmadığı, radyonun en büyük haberleşme aracı olduğu, onunda çok az kişinin sahip olduğu bir lüks olduğu düşünülürse insanlar haber almak için komşularına gittikleri bir ortam. İnsanların elbiselerini tamir ederek masraflarını  azaltmaya çalıştığı bir fakirlik dönemi. Ekmek, şeker gibi temel gıda maddelerinin karne ile verildiğini anlatıyor:

         Şeker de karne ile verildiğinden çaylar kuru üzümle idare ediliyordu. Muhallebiciler şeker yerine pekmez kullanıyorlardı. O zamana kadar bir kilo olan somun ekmeklerin yavaş yavaş düşürüldü. Bazı fırınların imal ettikleri beyaz francalar tamamen ortadan kalktı. Ekmeğin rengi gittikçe karardı. Türkiye’nin bugün bile en önemli gıda maddesi olan ekmek karneye bağlandı. Kişi başına bir günlük sarfiyat yarım ekmekle sınırlandırıldı. Yalnız “ağır işçi” olarak kabul edilenbazı mesleklerde tam ekmek alınabiliyordu.


Bu gibi olağanüstü durumların görüldüğü yerlerde en büyük korku kara borsa olmuştur. el atından fahiş fiyatlara satılan ürünler zaten zor geçinen insanlrın bellerini biraz daha büküyor. “ Mahallemizde çok fakir olanlar karnelerini ihtiyaç sahiplerine satıyorlardı” diyor Orhan Okay.

         Orhan Okay değişen İstanbul’da değişen toplumun yanında çocukları da unutmuyor:

            Eskiden çocuklar sokaklarda oynarlardı. Trafiğin olmadığı, at arabasının bile girmediği  yahut giremediği mahalle araları, dar sokaklar bir çocuk cennetiydi. Şimdi büyük şehirlerimizde bile onların bıraktığı boşluğu dolduracak kadar çocuk parkları yoktur.

 İstanbul’un eski bayramlarını geleneksel, en tabii şekli ile gösteriyor bizlere. Büyük şehirlerdeki komşu ziyaretlerinin bile kalmadı diyor ve eskiye ait şunları söylüyor:

            Evlerde madeni paraların, yani en küçük paraların en parlakları, çil kuruşlar, ziyarete gelecek çocukların cebine atmak için hazırlanırdı. Bugünün çocuğu o en küçük madeni paradan bir memnuniyet duyar mı? daha komşu teyzenin ot minderli kerevetinde oturup bayram şekerini beklerken ellerimiz çaktırmadan ceplerimize gider, verilen kuruşları saymağa çalışırdık. Biraz büyüyünce kuruşların yerini mendiller almaya başladı. Kumaşın yerini kağıt mendillerin aldığında beri acaba bayramlarda şimdi ceplere kağıt mendil mi sokuluyor?


         Günümüz bayramlarında aileler çoğunlukla kısa bayram ziyaretleri dışında eğlenmek için çocuklarını lunaparklara götürüyor. Akraba ziyaretleri ve diğer eski usul adetlerin pek kaldığı söylenemez.


Kitapta değinilen bir başka konu ise mesire alanları, insanlar büyük beton blokların arasına öylesine sıkışmışlar ki, nefes alacak bir yer bulmak sessizlik ve huzur için mekanlara ihtiyaç duymaktadırlar. Orhan Okay’ın eski İstanbul’unda kırsal alanlar boş araziler ve bostanlar çocuklar ve aileler için küçük de olsa piknik alanlarıydı. Şimdilerde şehir merkezinin dışındaki daha mahalli kalan bölgelere hafta sonlarında aileler gitmek zorunda kalıyorlar.


Kitapta daha bir çok güzel konunun anlatıldığını görüyoruz: Kandil Çörekleri, Sinema yılları, Suriçi Kültürü, Ah O Eski Ramazanlar, Bir sokağın Fotoğrafı, İstanbul Yangınları, Sokak Kültürü, Sokak İsimleri, Boğaziçi Hala Güzel, Üsküdar Rüyası, Geçmiş Zaman Kitapçıları Kitap Sevdası, Geçmiş Zamanlarda Bir Babıali.

Orhan Okay kendi büyüdüğü ve yaşadığı İstanbul’u bizlere yılların verdiği tecrübe ile ve gözlemleye bilme ayrıcalığı ile sunuyor bu kitapta. Hocamız en yakından şahit olduğu ve artık tanıyamadığım dediği İstanbul’u bu hoş denemeleri ile bize o günlerin sosyal hayatı, siyasal hayatı hakkında bilgilendirmekler birlikte, bugün içinde büyüdüğümüz değişen İstanbul sokaklarının bir zamanlar asıl olan halinin resmini de çiziyor ufkumuza. Değişen sokaklar, tahrip olan, yıkılan yok olan kültürel miraslarımız, ve harabeye dönen bir İstanbul’u gösteriyor bizlere. Geçmişten günümüze hayat şartlarının da değiştiğini görüyoruz, eski dostluklar komşuluklar, birlikte yaşama sanatı neymiş onu öğreniyoruz. Artık uygulanmayan adetler, gelenekler, görenekleri de yeniden anmış bulunuyoruz. Kitabının son bölümünde Geçmiş Zamanlarda Bir Babıali ile İstanbul’un merkezi can damarı olan bu semtle bitirmesi de ayrıca önemli olduğu kanaatindeyim. Değişimin merkezi bir Babıali…

Son söz olarak ise isterseniz hocanın da kitabın sonun kullandığı, Bir Başka İstanbul’u en güzel sözle bitirelim.



            OL SALTANATIN YELLER ESER ŞİMDİ YERİNDE

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder